Yaşanmışlıklar Evi

Üzeri çinko, artık yer yer delinmiş ve çürümeye yüz tutmuş çatısıyla, iki katlı bir evdir bizim köy evimiz.

Çatı demişken, tek işlevi eve çatılık yaparak evi koruması altına almak değildi. Önemli bir başka görevi de kapı zili vazifesi görmesiydi. Bazı zamanlarda; özellikle de uzak yerlerden ağır bir misafir geldiyse; çatıda önce “drannn” diye bir ses duyulur, sonra “tıngır tıngır” bir yuvarlanma ve küçük taşın yere düştüğünde çıkardığı belli belirsiz “çatt” nidası ile nihayet bulan kısa ama etkili bir “Biz geldik!” bildirimi verilmiş oldurdu. Sonrasında “Ooooo!” diye kalın bir erkek sesi ünlemesi. Anlardık ki biz o zaman, misafir geldi.

İlk kat betonarmedir evimizin, ikinci kat ahşap örme, örmelerin içi, yani aslında evin dışı, taş dolgu. Artık taş dolgu demeye bin şahit ister ya gerçi. Geçen yılların bıraktığı derin izler evin her yerinde görülür. Ahşap olan yerler, gelinciklerin, farelerin tırtıklamasının etkisiyle dökülmüş, yer yer çürümüş, yıpranmış, yılların etkisini insanın gözüne sokulur hale gelmiştir. Dolgulardaki taşlar ise yer yer dökülmüş, ahşap kısımlar her türlü haşerata yığınak, barınak ve “kemirilmelik” malzeme olacak şekilde ortaya çıkmış haldedir. Geçen yıllar geri durur mu hiç? Ahşabı çürütmek için her türlü şart ve durumla iş birliği yapmıştır.

Pencereler de ahşaptan ve iki parçalıdır. İlk ve üstteki parça sabittir, açılmaz. İkinci ve alttaki parça içe doğru çıkıntılıdır ve sabit olan parçanın üzerine doğru kaldırılır, açık tutulmak için “pillanguç” adı verilen bir mekanizma ile sabitlenir, böylece pencere açılmış olur. Dışta ise yine iki ahşap kanat, çekildiğinde ortada birleşerek koruyucu vazife görür, gece olunca çekilir, kapatılır. Hoş, sonraları o dış kanatlar da zamanın değişiminden nasibini alarak sac kapaklarla değiştirildi.

Bir pencere, bir kapı insanın zihninde neleri canlandırabilir? İnsanı mazinin nerelerine götürebilir? Beni aldı, çocukluğumun belki de en güzel anılarına götürdü. Henüz, hayatımızdan kayıp gitmemiş güzel insanların olduğu günlere.

Dışarıda “burul burul” kar yağmaya devam ediyor. Geceden beri yağan kar ise diz boyunu çoktan geçmiş. İçeride “güpür güpür” yanan kuzine, yaydığı sıcaklık huzur huzurla sarıp sarmalıyor insanı. Üzerindeki kalaylanmış kara bakır tencerede “pancar çorbası”, ya da günümüzde zamana uydurulmuş adıyla “kara lahana çorbası”, kaynaya kaynaya göbek atıyor, kokusu “aşanayı” sarmış buram buram. Yanında yine kara bir saplı tavada, “burkalanarak”, yağda kavrulmuş soğanla harmanlanıp lezzetin doruklarına ulaşmış olan “turşu kavurması”. Babaannem kuzinenin gözünü açıyor, bir tepsi nar gibi kızarmış “darı ekmeğini” çıkarıyor, elinde kalın bir “silekle”. Dedem, sedirin baş köşesine kurulmuş, kah içeride olup biteni, kah incir ağacına konan karatavuk ve alakargaları seyrediyor. Tam bu esnada pencerenin üst kısmının camına bir kafa dayanıyor, camda bıraktığı izlerle alnı buruş buruş, içeriye bakıyor. Gülümsüyor Hüseyin dayım. Onu fark eden dedemin de yüzüne bir güzel bir gülümseme oturuyor; bir memnuniyet ifadesi. Eliyle gel diye işaret ediyor. Hüseyin dayım dış kapıda, diz altlarına kadar gelen çorabının üzerinde tomurcuklar oluşturmuş kar tanelerini temizlemekle meşgul oluyor bir süre. Sonra kapının kolunu tutup, dilini aşağı doğru bastırınca, arka tarafta oturduğu yerden yukarı doğru kalkarak kurtulan çok basit bir mekanizmadan oluşan kilit, kapının açılmasına izin veriyor.
Ne harika!

İçeride tadına doyum olmaz bir gün yaşanırken, bir başka zamana ışınlıyor zihnim beni.

Aha işte, bir başka gün başlıyor köy evimizde.

Bizim köy evinde gün hep çok erken başlardı. Sabah namazından önce “aşanadan” başlayan “tatkır tukurlar” evin her tarafına yayılırdı. O zaman anlardım ki, babaannem kalkmış ocaklığı yakıyor. Dedem ocaklığın sol tarafına yaydığı minderine uzanmış, kafasını arkaya dayamış küçük, pilli el radyosunu kurcalıyor. Önce kağnı tekeri gibi “gacır gucur” kanal arama sesleri, sonrasında yayının açılış müziği, dalga dalga evin her tarafına yayıldıktan sonra kulağıma kadar ulaşıyor. O zaman anlıyorum ki, biraz sonra kaldırılacağım, elimi yüzümü yıkayıp ocaklık başına, dedemin ayak ucuna attığım mindere bağdaş kurarak oturacağım. Mavi renkli emaye, yer yer isten kararmış çaydanlıkta çay çoktan kaynamış, haftanın bir günü; ki o da ilçenin pazarının olduğu Salı günüdür; “pazardan” gelen somun ekmekleri dilim dilim edilerek küp şeklindeki ocaklık taşına dayanarak “çıtır çıtır edilmiş”, bol şekerli çaya batırılmaya hazır. Dünyanın en lezzetli şeyiydi!

“Aşananın” hemen yanında ahırımız bulunurdu. İneklerimizin “yalları” “yirmilik yağ tenekelerinde” kaynar, kıvrılmış yanlarından tutularak ahırın kapısında hazır bekleyen ahşap “yal küleklerine” boşaltılırdı. “Yaldan” yayılan kesif koku insanın burun direklerini sızlatırken, ahırda aynı kokuyu alarak sabırsızlanan ineklerimizin boynuzlarını ahşap kapıya vurmalarıyla bir gürültü cümbüşüne neden olurdu. Kapının açılmasıyla birlikte, daha aşağıya indirilmesini bile beklemeden “yal küleğine” uzanan kocaman bir dil, haşlanmış çeşitli nevideki ot tutamlarını öyle bir kavrardı ki, kafasını şöyle bir sallamasıyla saçılan sıcak su tanecikleri yüzümüze, üstümüze başımıza saçılır, yukarıdan aşağı ıslatırdı. “Yal küleğinden” ilk lokmayı alma konusunda ahır kapısının hemen önündeki inek şanslı iken, onun hemen yanındaki ineğimiz melûl melûl bakmakla yetinmek zorunda kalırdı. Babaannemle ben koca “yal küleğini” ineklerin önüne indirmek için uğraşırken, öndeki daha yere inmesini beklemeden küleğe başını daldırma çabasına girişerek işimizi alabildiğince zorlaştırırdı. Zor bela önlerine yerleştirdiğimiz yal küleklerine öyle bir dalmaları olurdu ki ineklerimizin, dünyanın en güzel ziyafeti olsa gerek diye düşünürdüm.

Bir de üst katta, ahırın tam üstüne denk gelen büyük odada yatan şanslı(!) insan olma durumu vardı. Genelde bu şanslı ben olurdum. Altında iki inek ve bir katır, gece “tangır tungur kelek sesleri”, katırın oflayıp puflamaları. Yetmezmiş gibi ara sıra “şar şar” işeme sesleri ve ardından genizleri yakan o asitli koku. Sonra.. Sonra, pat pat beton zemine vura vura kakalarını yapmasınlar da patlasınlar mı hayvancağızlar? Taptaze kokular, ohh, miiis! İkide bir bu şekilde uyandırılmalarla geçen geceler.

Üst katıyla, alt katıyla, dışarıda asma tuvaletiyle, ardiye gibi kullandığımız “beton odasıyla”, üst katta ön tarafa doğru çıkıntılı “köşk” adını verdiğimiz, dedem ve babaannemin odasıyla, ahşap merdivenden çıkılınca tam onun karşısına denk gelen “küçük köşk” adıyla bilinen en minik odasıyla bir zamanlar ne ihtişamlı yaşamlara sahiplik etmiştir bizim kendisi de ihtişamlı köy evimiz.

Ne güzel zamanlardı o zamanlar. Ben öyle diyorum da, günümüzün doyumsuzluğu ve hazsızlığıyla yoğrulmuş olan çocuklarımın hiç ilgisini çekmiyor. Bu anlattıklarımı sırf bir hikâye dinler gibi dinleyip geçiyorlar. Ben onların bu umursamazlığını anlayamıyorken, onlar da benim geçmişe olan bağlılığıma anlam veremiyorlar belki.

Elbette şimdi bir hikâye gibi oldu gerçekten, yaşanmışla yaşanmamış arası. Bazen ben de şüphelenmiyor değilim. İşte o zamanlarda köy evime bakıyorum. O diyor ki bana, bütün bunlar yaşandı.

Şimdi köy evim üflesen yıkılmayacak belki, ayakta da duruyor ama, o o da senin, bu oda benim insanın kafasını yalarcasına pervasızca uçan yarasalar, duvarlarda, odanın içinde bile fink atan kertenkeleler, tıkır tıkır ahşabı kemirirken aslında evin esas sakinlerinin beynini kemiren kemirgenler, evi tahammülsüz bir mekân haline getiriyor.

Nisan ayı sonunda başlayıp genel olarak aralık ayı başlarında soğukların ben buradayım demeye başlamasıyla bir sonraki nisan ayı sonuna kadar ara verilen, genelde hafta sonlarının rutini “köye gitme işi”, işte bu ev yüzünden biraz sıkıntılı oluyor. Her seferinde silme süpürme istiyor. Aksi halde eve girmek insanın içine sinmiyor, değil ki oturup yemek yiyesin.

Koca iki katlı ev ilk haftalarda şöyle üstünkörü bir süpürme eylemine sahne olsa da, fındıktan önceki son bir ayın arasına sıkıştırılan bir haftada, dökülen terek, çanak, bardak şakırtılarıyla, harmandaki kalın telin üzerinde rüzgarda dans eden, köpüklü sudan yeni çıkmış, eteklerinde henüz birbirini takip eden damlaların şıkırtılarıyla kilimler, yatak ve sedir örtüleri, yastık ve yorgan yüzleriyle tam bir şenliğe şahit oluyor. Sonrasında, en azından iş sezonu boyunca oturulabilir, insanın azıcık da olsa içine sinebilir bir hale geliyor.

Genelde Nisan ayından başlayarak, hafta sonlarında birkaç saatten oluşan bir süreçtir aslında bizim iş sezonumuz. İş yapmaktan çok da zaman geçirmeyi amaçlayan bir sezondur en aslı. En azından, benim için öyledir.

Hey gidi günler hey. Zamanın şöyle bir uğrayıp da elini dokundurarak aşındırmadığı yer var mıdır? Tıpkı bizim köy evi gibi. Oysa ben onun en ihtişamlı hallerini bilirim, hatta doğuşundan itibaren büyüyüp gelişerek serpilmesini. İçinde en kalabalık aile hallerimizi.

Yaşanmışlıklarımızı!

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir