Bir Bakkal Amca Vardı

Çocukluğumun en önemli, en güzide simgelerinden biri olan Bakkal Amca’nın ölüm haberini almamla içimde yüksek şiddette bir deprem  hissettim.  Bu deprem, uzun zamandır hatırlanmayan bir şeyleri depreştirdi, ta çocukluğumu gıdıkladı, sislerin arasından görülen zirveler misali gözümün önünden bir fim şeridi gibi geçirdi. Pörsüyerek delinmiş eski bir borunun ince delikleri arasından fışkıran suların gökyüzüne doğru ip gibi sarılması misali, çocukluk anılarım içimdeki sızıntılardan önce fışkırdı, sonra yağmur tanecikleri gibi üzerime yağdı inceden inceye. Daldım, hüzünlendim.

Benim çocukluğumun en önemli ögelerindendir Bakkal Amca. Bakkal Amca derdik ama, gerçek ismini bilmezdik. Muhakkak ki bir ismi vardı da, bizim Bakkal Amca’mızdı o, başka birisi değil.

Almanya’dan gelen bembeyaz zarfın üzerindeki adres, aklıma silinmez bir şekilde kazınmıştır: Bakkal Amca eliyle. Evet, adresteki “el” çok önemliydi bizim için, zira o el, gurbet ile aramızda kopmaz bir bağ kurardı. O “el”, gurbetten gelen, buram buram hasret kokulu mektupları bize uzatan eldi. O mektup ki, benim için anne kokardı, baba kokardı, abi kokardı. O mektup ki, gurbetten sılaya özlemler taşırdı, hayaller getirirdi. Sıladakilerin, mektubun içindekilerden çıkacak her bir harfe, her bir heceye, belki de cümle olmayı bile başaramamış kelimelere duyduğu heyecan ise tarif bile edilemezdi. İşte gurbet ile sılanın arasındaki köprüyü kuran adamdı bizim Bakkal Amca’mız.

Dükkan Boğazı denilen, dört yol ağzı bir mevkideydi Bakkal Amca’ın dükkanı. Ali Baba ve Kırk Haramiler’in mağarasını andırırdı bana. O dükkanda kendimi kocaman bir saraydaymışım gibi hissederdim. O saray ki bisküvi, şekerleme kutuları, un ve şeker çuvalları, ağzından yukarı bir göbek gibi kabarmış kayısı, pirinç, bulgur, buğday çuvalları ve dahi bilumum başka şeylerle dolu olurdu her zaman. Muhakkak ki bir tanesinin üzerinde de bir kürek olurdu, bir çuvaldan diğerine dalmak üzere hazır bekleyen. Hiç bitmez miydi bunlar? Şaşar kalırdım.

Bir de o dükkanın kokusu vardı ki, unutmak ne mümkün. O kokuyu, şimdi bakkaldan markete evrilen kocaman bakkal azmanlarında hiç duymuyorum. Zira her şey ambalaj denen kağıt veya plastiğin içine hapsedilmiş. Hepsinin bir üretim ve son tüketim tarihi var. Oysa Bakkal Amca’nın dükkanında kimse ne üretildiği zamanı, ne de ne zaman tüketmeleri gerektiğini sormazdı. Kimse de onlara söylemezdi. Akıllarına bile gelmezdi büyük ihtimal. Anca kokacak, çürüyecek ki, son kullanım tarihinin geldiği biline.

Bakkal Murat ilçenin tek bakkalı değildi muhakkak. Ondan başka var mıydı, ki vardı muhakkak. Varsa ilçenin nerelerindeydiler net olarak hatırlayamasam da, bizim köylüler için Bakkal Amca bir başka anlam ifade ediyordu. Zira, parası bitenin ödünç para aldığı bir banka, ihtiyaçların fındık veresiye giderildiği bir ödünççü idi o. Dolayısıyla, tanıyanların gözünde saygın, yüksek bir yeri vardı kendisinin.

Yetmişli yıllar, çocukluğumun son demlerini geride bırakmaya çabalarken, gençliğime hazırlık yapmaya başladığım yıllar.

Çok nadir inerdik ilçeye, öyle her gün araba nerde, köyden inecek. Bırakalım her günü, araba nerde desek, yol nerde desek daha bir anlamlı olur. Yol deyince, eh işte, patikadan hallice. Kamyonlar vardı, onların yollara, bizim de de onların üzerine sığmaya çalıştığımız. Sığardık, hatta sığmak ne kelime, kocaman bir harmanda zannederdik kendimizi. İşte o zaman, ilçeye inebilme şansını elde etmenin verdiği mutlulukla o kocaman kamyon kasası bize şimdi bindiğimiz arabalardan çok daha konforlu gelirdi.

Ne büyük mutluymuşuz meğer, elde olanla yetinmenin mutluluğu ne tatlıymış. Şimdi mi? Dünyalara sahip olsak da, hep daha fazlasını istemenin şükürsüzlüğüyle “Rabbena, hep bana.” diye diye bencilliğin zirvelerinden inmiyoruz. Neyse.

İlçeye indiğimde kocaman kocaman, bomboş sokaklar görürdüm. Kur, düğün eyle. Evler mi? O bomboş sokakların kenarlarında dizilmiş tek tük, alçak damlı, en fazla iki katlı, yarısı ahşaptan, genellikle beyaz badanalı evler. Hepsini içi huzur dolu hayal ederdim de, çocukluk işte, hiç kendimi o evlerin içinde hayal etmezdim. Ulaşılamazlık duygusu muydu acaba beni bu hayallerden uzak tutan, bilemiyorum. Belki de.

Şimdiki haline bakıyorum da ilçemin, aynı sokaklar kocaman kocaman binalarla dolup taşıyor. Kocaman kocaman beton yığınıları. Arabalardan adım atabilirsen şanslı sayılırsın, hepsi de son model. Apartmanların, evlerin altlarına sığamayıp sokaklara taşan mağazalar, içlerinde sadece “yok” yok olan. İnsanlara çarpmadan yürümek mümkün değil, hayatın gailesiyle oradan oraya sürüklenen. Kırk yıl düşünsem, o bana göre devasa sokakları böyle hayal edemezdim, kırk yıl öncesinden. Meğer ne kadar da daracıkmışlar.

Zaman, ah zaman, sen ne ketumsun. Sen, insanlara ne getireceksin, hiç söylemezsin ki öncesinden!

Zaman, her şey gibi ilçeyi de Bakkal Amca’yı da değiştirdi. Gelişimin önünde ne o, ne de ilçe durabildi. Sokaklar değişti, kalabalıklaştı. Evler değişti, apartmanlaştı. Yollar değişti, arabalaştı. Dükkanlar değişti, marketleşti. İlerleyen yaşının da etkisiyle bu değişime ayak uydurmakta zorlanan Bakkal Amca da zamanın getirdiklerinden nasibini aldı, bakkallığı bırakarak köylüleşti.

Ve hayatın içinde sessiz sedasız gelişen sayısız ömür hikayelerinden biri daha bitti. Yurdumun yetiştirdiği kim bilir kaçıncı bir bakkal amca daha bu dünyadan geçti, göçtü ve gitti.

Ocak 2023, Bulancak

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir