Çorba

Dumanı üzerinde tüten bir tabak ya da bir tas çorbaya kim hayır diyebilir? Ben diyemem mesela. Siz diyebilir misiniz?

Bu fakirin günün ilk ışıklarını çorbayla selamlamak gibi bir alışkanlığı vardır. Kahvaltı etmeden önce, özellikle de sabah namazından sonra, illa o çorba sofraya gelecek. Sonrası kahvaltı, olsa da olur olmasa da olur kabilinden.Hafta içi, hafta sonu, yaz ya da kış… Hiç farketmez, o çorba o sofrada olacak.

Çorbayı sıcak severim ben. Sıcak demek de az kalır aslında, kaynar demek daha doğru olur. O derece ki, ateşten yeni inmiş olacak, üzerinde dumanı tütecek, yağmurdan sonra dağların üzerinden kalkan sis bulutu gibi. Aldın mı bir kaşık, daha ağzına götürmeden, buharı çene hizandan itibaren burnunun önünde salına salına dansına başlayacak. Sonra o muhteşem taze çorba kokusu burun deliklerinden içeri süzülecek, kıvrıla kıvrıla ciğerlerine doğru yollanarak kişiyi lezzetin doruklarına çıkarıp deriin bir “Oooh!” ile kendinden geçirecek.

Ben köy çocuğuyum. Çorba aşkım da köyde geçen çocukluğumdan gelir. Rahmetli babaannemin sabahın ilk ışıkları daha vuramadan tahta kepçesini savura savura pişirmeye başladığı pancar çorbasına çalınan fırın darısı unundan çıkan o enfes koku, üst katında yattığım, “aşana” dediğimiz ve mutfak olarak kullanılan odanın eskidikçe araları açılmış tavan tahtalarının aralarından kendine yol bularak havada süzüle süzüle burun deliklerime ulaşırdı. Bu ana kayıtsız kalmak ne mümkündü. İşte herşey böyle başladı.

“Kahvaltıda çorba mı yenir?” derler bana. Ben de derim ki “Yahu bizim atalarımız kahvaltıda ne yerdi?” Bizim nenelerimiz gün ağarmaya yüz tuttuğunda ocağa çorba vurmazlar mıydı, biri bana desin.

Öğretmenliğimin en kıymetli yıllarından birkaçı Kumru’da geçti benim. Orada kıymetli dostlar edindim. O kıymetli dostlarımdan biri de benim mesleğinden ve kırtasiye dükkanından dolayı aramızda doğal bir dostluk bağı kurulan, kısaca Kültür Muzaffer diye hitap ettiğim, sevdiğim insandı.

Muzaffer “Haydi,” derdi bana hafta sonu gelince daha akşamdan. Sabahın köründe gidilecek demekti bu. Nereye diye sormazdım, zira bilirdim. Söz konusu olan Muzaffer’se ana tema çorbadır. Çorba içmeye de Fatsaya, Hünkar’a gidilir. Halâ o kaynar kıvamdaki sıcacık, iç ısıtan, özellikle de ezo gelin, mercimek ve diğer çorbaların damağımda bıraktığı derin lezzeti hatırlarım.

Kökeni nereden gelirse gelsin, beni ilgilendirmez, ben şu ‘çorba içmek’ deyimine takığımdır. Çorba içmek… Neden ‘çorba yemek’ değil de, ‘çorba içmek’? Gerçi hazır çorbalar var, kayna, koy fincana, dik kafaya. Benim nazarımda itibar görmez. Çorbanın hazırı olmaz-olursa da o çorba olmaz-çorba pişirilir, biiiir. Çorba içilmez-içilirse de o çorba olmaz- kaşık kaşık dalınır çorbaya, bu da ikiii. O halde çorba içmek terimi de itibarsızdır benim gözümde. Çorba denilen bu güzel nefaset, yenilince bayağı, içilince modernlik mi oluyor? İşin daha da beni ümitsizlendiren yanı, artık insanlarımız da alışmışlar bu çorba içme işine, onlar da bir çorba içelim diyorlar. Vah ki vah!

Bakın size bununla ilgili bir hikaye anlaytayım. Benim rahmetli dayım… Çoook uzun yıllar önce otobüsle İstanbul’a seyahat etmesi gerekmiş, düşmüş yola. O zamanlar ne otobüsler şimdiki gibi, ne yollar, ne de mola yerleri. Yol üzerinde bir yerde mola vermiş otobüs. Uzun yol, dayım da acıkmış haliyle. Bakmış, yiyip içen insanlar var etrafta yolculardan. Oturmuş o da bir masaya, ne yiyip içtiklerine bakmış, kendine en uygununu çorba olarak görmüş, ısmarlamış. Çorba gelince dayım almış ekmeği eline, başlamış çorbaya doğramaya. Garson da merak etmiş ne yapıyor bu adam diye, ayrılmamış başından. En sonunda dayanamamış adam, bakmış bakmış, dayıma çıkışmış.

“Bir de üzerine çıkıp çiğneseydin be adam!”

Biz böyleyiz. Böyle yeriz çorbayı. Şimdilerde artık içilir oldu.

Çorba, sofranın girişidir, tıpkı hikayeler gibi. Giriş olmazsa gelişme de olmaz. Hele çorbasız sofra sonuca hiç bağlanmaz. Hani toplantılarda toplantının en önemli kişisi açılış konuşmasını yapar ya, işte sofranın o en önemli kişisidir çorba.

Sofrada çorba yoksa o sofra sofra değildir bana göre, eksiktir. Hem de çok eksik. Yaz kış farketmez, eksiktir işte çorbasız sofra. Merdivenin ilk basmağı gibidir çorba. İlk basamağı atlarsanız, ikinci basamağa ulaşmak için ayağınızı daha fazla açmak zorunda kalısınız da zorlanırsınız ya, yemeğe de çorba olmadan başlarsanız, hazmetmekte zorlanırsınız.

Türü farketmez çorbanın, her türlüsü makbulümdür. Çorba olsun, yemeğe başlatsın beni, şöyle önden bir hazırlasın, gerisini ben hallederim. Bazen, tek başına öğün de olabilir çorba. Hele kıvamlı bir çorbaysa, şöyle güzelce helmelenmiş ezo gelin gibi meselâ, başlıbaşına bir öğün olmak için yeter de artar bile.

Çorba benim için bir olaydır. Yemeğim olmasın ama çorbam eksik olmasın isterim. Sabah, öğlen akşam…. Velhasıl çorba sıfırdan çok ötedir. Sıfır… Tek başına birşey ifade etmez de arkasına geldiği geldiği sayıyı büyütür ya… Çorba, önden geldiği-yendiği- sofrayı büyütür.

İnsan sevdiğine yazmaz mı? Ben de sevdiğime yazdım, çorbaya yazdım.

Vesselâm!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir